Hukuk Devleti mi, Siyasal Baskı Mekanizması mı?
Demokratik bir hukuk devletinde yargı; hakikatin peşinde koşan bağımsız bir mekanizmadır; otoriter rejimlerde ise, muhalefeti susturmak için kullanılan bir kamçıdır. Bugün Ekrem İmamoğlu ve Ümit Özdağ’a yönelen yargı sopası, yarın başka bir düşünceye, başka bir yurttaşa, başka bir muhalefet sesine dönebilir. Sessizlik, adaletsizliğin ilk basamağıdır. Hukukun üstünlüğüne inanan herkesin, bu karanlık gidişata karşı söz söylemesi artık sadece hak değil, bir sorumluluktur.
Gizli tanık beyanları ve delil içermeyen MASAK raporlarıyla yürütülen soruşturmalar, hukukun değil; baskı rejimlerinin refleksidir.

Ekrem İmamoğlu ve Ümit Özdağ örnekleri, Türkiye’de yargının kuvvetli delilden değil, kuvvetli siyasi iradeden beslendiğini maalesef ortaya koymaktadır. Hukuk, muhalifleri sindirmenin değil, hakikati ortaya çıkarmanın aracıdır. Bir hukukçu olarak belirtmekte fayda görmekteyim ki; delile dayanmayan tutuklama tedbiri; açıkça baskının bir biçimi, adaletin katlidir.
Ekrem İmamoğlu hakkında yapılan soruşturmada; MASAK raporları suçun izine rastlamamış, gizli tanık beyanları ceza yargılaması için hüküm kurmaya yetersiz kalmışken, tutuklama gibi temel hak ve özgürlükleri sınırlayan uygulamalara başvurulması; yargının siyasi vesayetten bağımsız olmadığını göstermektedir.
Ekrem İmamoğlu’na yöneltilen suçlamaların merkezinde yer alan MASAK raporu, mal varlığı ile suç gelirleri arasında en ufak bir ilişki ortaya koyamamıştır. Raporda sunulan veriler, iddiaları desteklemek bir yana, iddiaların temelsizliğini teyit eder niteliktedir.
Ceza yargılamasında olmazsa olmaz nitelikte olan kuvvetli suç şüphesi, bu raporla çürümüş durumdadır.
Dahası, soruşturmanın dayandığı temel unsurlardan biri olan gizli tanık beyanları, hukuki güvenlik ilkesini adeta yerle bir etmektedir.
“Meşe”, “Ladin”, “Çınar” ve “İlke” gibi kod adlarıyla ifade veren tanıkların hiçbirinin anlatımları somut bir vakaya, zaman, yer ya da delille bağlanmamaktadır.
“Duydum”, “Şöyle söyleniyor”, “Biri bana anlattı” gibi ifadeler, ceza hukukunda delil değil, olsa olsa söylentidir. Oysa insan özgürlüğü, söylentilere göre değil; delillere göre sınırlandırılabilir.
Ancak bu durumda, tüm delil eksikliğine rağmen tutuklama gibi en ağır koruma tedbirine başvurulması, yalnızca usul hukukunun değil; yargının varlık sebebinin de sorgulanmasına neden olmaktadır. Ceza Muhakemesi Kanunu’na göre tutuklama ancak; kuvvetli suç şüphesi, kaçma veya delilleri karartma ihtimali varsa başvurulabilecek, istisnai bir tedbirdir. İmamoğlu gibi kamuoyu önünde, şeffaf şekilde görev yapan, sabit ikamet sahibi bir kişi için bu şartların hiçbirinin var olmadığı açıktır.
Bu nedenle tutuklama kararı; hukuken meşru değil, siyaseten anlamlıdır. Bu karar, adalet dağıtan bir mekanizmanın değil, siyasetin gölgesinde çalışan bir baskı aracının ürünüdür. Bu tablo, yalnızca bireyin özgürlüğünü değil, aynı zamanda Türkiye’de yargının bağımsızlığına dair inancı da derinden sarsmaktadır.
Tutuklama, delilden doğmaz; bir iradeyi bastırma aracı olarak kullanılırsa, adalet yerini keyfiliğe bırakır.Hukukun öznesi olan insanın, cezasız kalmaması gereken tek suçu; iktidarın hoşuna gitmeyen bir fikir ya da duruş ise, o sistem artık bir hukuk sistemi değildir.
Ümit Özdağ Örneği: Siyasal Rakiplerin Yargı Kıskacı Altına Alınması
Benzer bir hukuksuzluk örneği de Zafer Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın yaşadığı süreçte karşımıza çıkmıştır. Özdağ’a yöneltilen iddialar, çoğu zaman siyasi açıklamaları ve muhalif duruşu üzerine şekillenmiş, fakat bu iddialar da somut delil temeline oturtulamamıştır. Hakkında yürütülen soruşturmaların içerikleri incelendiğinde, yine gizli tanık beyanlarına, soyut isnatlara ve subjektif değerlendirmelere dayalı bir yargı mekanizması dikkat çekmektedir.
Tıpkı İmamoğlu örneğinde olduğu gibi, Özdağ’ın da tutuklama tehdidiyle karşı karşıya bırakılması; hukukî değil, siyasî bir hamledir. Devletin yargı eliyle, meşru siyasi aktörleri kriminalize etmesi; anayasal hak olan siyasal faaliyetin cezalandırılması anlamına gelir. Bu ise doğrudan temsili demokrasinin ve çok partili rejimin temeline dinamit koymaktır.
Her iki vakada da ortak olan şey; delilin yokluğu, suç şüphesinin soyutluğu ve yargının siyasallaşmasıdır. Bu tip uygulamalar, yalnızca bireylerin değil; kamu vicdanının da ağır yara almasına yol açmaktadır.
Sonuç olarak; bu süreç yalnızca Özdağ ve İmamoğlu’na yönelik bir siyasi hamle değildir. Bu, aslında hepimizin hukuk güvencesine, adalet duygusuna ve özgürlük hakkına yönelik bir tehdittir. Hukukun üstünlüğüne inanan kimsenin; delilsiz tutuklamalar, hukuka aykırı tanıklıklar ve siyasallaşmış soruşturmalar karşısında sessiz kalmaması gerekir. Sessizlik, adaletsizliğin en büyük destekçisidir.